Psikolog Mehmet Şerif Yavuz

Psikolog Mehmet Şerif Yavuz'un kişiselleştirilmiş hayat tarzı ve longevity alanındaki çalışmalarını keşfedin. Alışkanlık Değişim Programı'nın geliştiricisi olarak, gerektiğinde ilgili sağlık ve yaşam bilimleri uzmanlarıyla koordineli biçimde çalışarak; genetik ve psikolojiyi birleştirerek daha sağlıklı ve uzun bir yaşam için bilimsel temelli rehberlik sunuyorum.

Bilmek ve Hakikatin Katmanları: Mutlak, Nesnel ve Subjektif Gerçeklik Üzerine Psikolojik ve Felsefi Düşüncelerim

Yazar: Psikolog Mehmet Şerif Yavuz

Duyular ve Algının Sınırları

İnsan zihni, dünyayı duyuları aracılığıyla deneyimler. Gördüğümüz, işittiğimiz, dokunduğumuz, kokladığımız ve tattığımız her şey, aslında dış dünyanın kendisi değil, onun bir temsilidir. Gerçeklik sandığımız şey, duyularımızdan gelen imajların yorumlanması olan algılarımız tarafından belirlenir.

Örneğin, en baskın duyumuz olan görme, ışığa bağlıdır. Işık saniyede 299.800 km hızla ilerler, çevremizdeki nesnelere çarpar, çeşitli dalga boylarında kırılır. Parçacık veya dalga olarak nitelendirdiğimiz bu ışık sırasıyla kornea, göz sıvısı, göz bebeği, göz merceği, camsı cisim olarak isimlendirilen anatomik yapılardan geçerek retinaya ulaşır. Retinamızda rod ve koni adı verilen fotoreseptörler bulunur. Rodlar gece görüşü, koniler ise renkli görüş fonksiyonu ile ilgilidir. Rodlar fovea adı verilen keskin görüşle ilişkili alanda yoğun olarak bulunur. Perifere doğru gidilirse konilerin sıklığı azalır. Bu fotoreseptörlere ulaşan ışık eşik değere ulaştığında o fiziksel enerjiyi temsil eden reseptör potansiyeli ve akabinde nöral enerji (aksiyon potansiyeli) meydana gelir. Buna transdüksiyon denir. Bu reseptör potansiyeli ve nöral enerji sırasıyla çift kutuplu hücrelere ve ganglion hücrelerine aktarılarak tek bir aksonla beynin ilgili bölümüne iletilir, buna da transmisyon denir. Bu bilginin beynin ilgili bölümlerinde işlenmesi sürecine ise modülasyon diyoruz.

Bu fizyolojik mekanizmanın işleyiş prensiplerine baktığımızda insanın iç ve dış dünyayı temsil planında algıladığı gerçeği ile karşılaşırız. Dolayısı ile insanın kendi mutlak gerçekliğini ve içinde yaşadığı dünyanın mutlak gerçekliğini kavraması mümkün değildir. Benzer benlik yapıları ve ortak bir fiziksel gerçekliği deneyimliyor olmamız dış dünyanın mutlak gerçekliğini kavradığımızı değil, koşullarımızın benzer olduğunu gösterir. Benzer koşullar bireyler arasında tutarlı ortak deneyimler yaratır. Bu tutarlılık türümüzü mutlak gerçekliği kavrıyor yanılgısına sürükler. Oysa mutlak gerçeklik bizim müşahede alanımızın dışındadır.

Gelişim, Canlılardaki Dinamizm ve Acziyet

Gelişim psikolojisinde gelişimin kazanım, korunum ve kayıp süreçlerinin tamamını kapsadığı ifade edilir. Bitki, hayvan, insan bütün canlılar bir takım yetenekler kazanır, bu yetenekler bir süre korunur ve zaman uzamında bu yetiler ve yetenekler kaçınılmaz bir şekilde kaybedilir. Tüm bu süreç bütün canlılarda ortaktır ve bu süreç dinamik bir süreçtir. Dolayısı ile canlılar statik değil, dinamik varlıklardır. Claude Bernard’ın “her koşulda hükmünü sürdüren kanunların etkisi koşullara göre değişir ama kanun asla değişmez” sözü bu bağlamda oldukça anlamlıdır. Bu ifade statik bir uyaranın diamik bir sistemle teması sonucu statik olan o uyaran değişmese dahi onun etkisinin değişeceği gerçeğini ortaya koyar.

Bu bağlamda canlılar dinamik varlıklardır; dış dünyanın veya içsel deneyimin tek bir fiziksel gerçekliği olsa da bu gerçekliğin etkisi onların koşullarına bağlıdır. Dolayısı ile hiçbir dinamik varlık kendi mutlak gerçekliğini veya dış dünyanın mutlak gerçekliğini asla kavrayamaz. Çünkü bu gerçeklik koşullardan bağımsız gerçekliktir ve bunu ancak statik ve koşullardan bağımsız bir varlık algılayabilir. Bu varlığın ne olduğu metafizik bir iddia olmakla birlikte ben bunun Yaratıcı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Gelişim sürecini düşündüğümüzde kazanım aşaması acziyet göstergesidir; kazanmadan önceki ben eksiktir. Korunum aşaması yine acziyet göstergesidir; eğer bir şeyi koruyorsanız kaybetme ihtimaliniz vardır. Kayıp ise başlı başına acziyet barındırmaktadır. Dolayısı ile bütün canlılar acizdir ve mutlak gerçeklik onların müşahedesine kapalıdır. Bu ancak statik olan bir varlık, yani Yaratıcı tarafından algılanabilir.

O halde diyebiliriz ki, mutlak gerçeklik koşullardan bağımsızdır; fakat dinamik koşullarla temas ettiğinde, o koşulların meydana getirdiği canlının bilinç düzeyinde farklı bir gerçeklik ortaya çıkar. Bu, mutlak gerçekliğin doğrudan kavranması değil, canlıların kendi varoluş koşullarının sınırları içinde algıladıkları görece bir gerçekliktir. Ve algılanan bu gerçeklik, o canlının hayatta kalma ve soyunu devam ettirme ihtiyacına duyarlıdır.

Öznel Algı ve Nesnel Gerçeklik

Kıymetli hocam Prof. Dr. İlyas Göz’ün kitap önerisi üzerine alıp okuduğum James L. Gould ve Carol Grant Gould’un Hayvan Zihni isimli kitabında Umwelt (çevre) kavramından söz edilir. Bu kavram, her canlının duyu alıcılarının yapısı gereği farklı bir çevresi olduğu gerçeğini kavramsallaştırır. Buradaki farklı çevreler coğrafi değil; aynı fiziksel çevrede yaşanan farklı duyusal deneyimlerdir.

Kitapta dişi bir kenenin yaşam döngüsünden söz edilir. Kene, başlangıçta ormanın karanlık yüzeyindedir. Yumurtlayabilmesi için kan emmeye ihtiyaç duyar. Derisindeki ışığa duyarlı reseptörler sayesinde, ormanın karanlık yüzeyinden daha aydınlık olan dal ve yaprakların üzerine doğru hareket eder. Bu olaya fototaksis denir. Yeterli ışığa ulaştığında hareketsizleşir ve beklemeye başlar. Bu aşamadan sonra kokuya duyarlı reseptörleri devreye girer; çünkü keneyi konakçıya ulaştıracak tek şey, memelilerin yaydığı aminobütirik asit kokusudur. Kokuya yönelme davranışı kemotaksis olarak adlandırılır. Kene bu konumda 18 yıl boyunca bekleyebilir. Kokuyu algıladığında kendini boşluğa bırakır; şansı varsa konakçının üzerine düşer. Bu noktada ısıya duyarlı reseptörler devreye girer; çünkü keneyi kana ulaştıracak tek unsur ısıdır. Isıya yönelim ise termotaksis olarak adlandırılır. Deriye ulaşan kene, deriyi deler ve uygun sıcaklıktaki tüm sıvıyı emer. Tat alma reseptörleri olmadığından, neyi emdiğini ayırt edemez. Yeterli kanı emdiğinde konakçının üzerinden düşer, parçalanır ve yumurtlar. Görüldüğü üzere kenenin çevresi (umwelt) yalnızca ışık, tek bir koku ve ısıdan ibarettir.

Benzer şekilde insanlar için de durum farklı değildir. Yine hocamın önerisiyle okuduğum bir diğer kaynak, Tevfik Alıcı’nın Bilinç: Gerçek Bir Yanılsama isimli kitabında, insan duyularının sınırlı kapasitesi çarpıcı biçimde ele alınır: Çok hızlı hareket eden nesneleri göremeyiz; çok yavaş hareket edenleri ise hareketsizmiş gibi algılarız. Gözümüz, doğada var olan renklerin yalnızca trilyonda birini görebilir; oysa bir karides bizden 11 kat daha fazla rengi ayırt edebilir. Kulağımız sadece 20 desibel ile 20.000 desibel arasındaki sesleri duyabilir; bu aralığın altındaki ve üstündeki sesler bizim için algılanamazdır. Dolayısıyla hem duyu alıcılarımızın yapısı hem de kapasiteleri nedeniyle, mutlak gerçekliği deneyimleme olanağımız —tıpkı kenede ve diğer canlılarda olduğu gibi— yoktur.

Bernar’ın öz değiş niteliğindeki sözünü işittiğim ve mutlak gerçekliğin kavranamayacağı ile ilgili ilk düşüncelerimin ortaya çıktığı günden bu yana yaptığım okumalarda Descartes in duyuların güvenilmez olduğu ile ilgili ifadeleri dikkatimi çekmişti fakat kendi düşünceme en yakın kavramı kantın ortaya koymuş olduğu ‘’kendinden şey’’ kavramında buldum. Kant nesnelerin bizden bağımsız kendinden bir gerçekliği olduğunu bizim algıladığımız şeyin bu gerçeklik olmadığını açık ve net bir şekilde ifade ediyordu. O buna fenomenler diyordu Almanlar Umwelt diyor. Sanırım mutlak gerçekliğe ilişkin bu ifadeler yeterlidir.

Gerçekliğin bir diğer boyutu ise nesnel gerçekliktir. Bilimsel bilgi, doğası gereği nesnel gerçekliğe dayanır. Bir bilginin bilimsel olma niteliği, onu dile getiren kişinin kimliğinden değil, bilimsel bilginin sahip olması gereken kriterleri taşımasından kaynaklanır. Bilimsel bilgi gözlemlenebilir, test edilebilir, yinelenebilir ve yanlışlanabilir olmak zorundadır. Buradaki yinelenebilirlik, benzer koşullar altında aynı sonuçların elde edilmesi anlamına gelir. Bilimsel bilgi nesnel gerçekliğe dayanır, fakat nesnel gerçeklik yalnızca bilimsel bağlamda değil, gündelik ortak muhakeme yolu ile de kavranabilir. Fakat bu tür bir nesnel bilgi bilimsel bilgi gibi güvenilir ve geçerlidir denilemez.

Dolayısıyla, nesnel bilgi ya da bilimsel bilgi, benzer koşulların tekrarlanmasıyla hep aynı sonuçların gözlemlenmesine dayanır. Bu da bilimsel yöntemin özünde, kontrollü koşullar altında değişkenler arasındaki nedensel ilişkilerin gözlemciden bağımsız olarak saptanabilmesine işaret eder. Gözlemciden bağımsızlık, gözlemcinin öznel koşullarından bağımsızlık anlamında gelir. Gözlemciler arası tutarlılık olması gerekir. Ancak burada önemli bir ayrım vardır: bilimsel gerçeklik nesnel gerçekliğin kontrollü koşullarda işleyen biçimidir; gündelik nesnel gerçeklik ise yaşamın doğal akışı içinde özneler arasında tutarlılık gösteren benzer koşullara mantık ve muhakemeye dayanan ortak deneyim alanıdır. Fakat kontrollü koşullarda elde edilen bilimsel bilgiden daha az güvenilirdir.

Bu ayrım bize şunu gösterir: Bilimsel bilgi nesnel gerçekliğin sistematik, ölçülebilir ve sınanabilir yönünü temsil ederken, gündelik yaşamda deneyimlediğimiz nesnel gerçeklik, özneler arası ortak algı süreçleri ile şekillenir bu ortak algıda yapısal, işlevsel ve bilişsel ortaklıklarla ilişkilidir. Böylece mutlak gerçeklikten farklı olarak, nesnel gerçeklik bir yandan bilimsel yöntemin sağladığı ölçülebilirlik ve tekrarlanabilirlik boyutunu, diğer yandan da günlük yaşantımızdaki ortak deneyim alanını kapsamaktadır.

Yukarıda bahsi geçen kenenin yaşantısı, görece oldukça fakir bir duyusal deneyimi ortaya koymaktadır. Ancak kene, bu basit duyusal düzenek sayesinde hayatta kalabilmekte ve türünü devam ettirebilmektedir. Dolayısıyla umwelt, organizmanın yaşamsal ihtiyaçlarına göre şekillenmiş bir yapıdır. Ve kene için nesnel gerçeklik hayatta kalma ve soyunu devam ettirmesine hizmet etmektedir.

Schopenhauer, Bilmek ve İstemek isimli eserinde Kant’ın “kendinde şey” kavramını ayrıntılı biçimde ele alır ve fenomenlerin organizmanın hedefleri doğrultusunda şekillendiğinden söz eder. Bu yaklaşım, çevrenin (umwelt’in) yalnızca nesnel bir varlık alanı değil, aynı zamanda canlının biyolojik ihtiyaçları ve varoluşsal yönelimiyle belirlenen bir deneyim alanı olduğunu ortaya koymaktadır.

İşte bu ortak çevreden ve ortak deneyimden kopuş, bazı durumlarda koşulların psikopatoloji lehine değişiminden kaynaklanır. Bunun en bilinen örneklerinden biri, şizofreni gibi psikiyatrik rahatsızlıkların yol açtığı varsanı (halüsinasyon) ve sanrı gibi fenomenlerdir. Bir anlamda psikopatolojik ya da fizyopatolojik olarak nitelendirdiğimiz durumlar, ideal koşullardan sapma olarak değerlendirilebilir. Bu koşullardan sapan bireyler, yalnızca bilişsel ve duygusal düzeyde değil, aynı zamanda fizyolojik düzeyde de nesnel gerçeklikten uzaklaşarak subjektif deneyimler yaşayabilir.

Subjektif Gerçekliğin Katmanları

Bu tür bir sübjektivite, bireyleri fiziksel dünyaya ilişkin ortak nesnel gerçeklikten koparması bakımından görece daha ağır bir sübjektivite düzeyine tekabül eder. Bu düzeyde birey, varsanı (halüsinasyon), sanrı veya ağır bilişsel bozukluklar aracılığıyla ortak deneyim alanından uzaklaşır.

Buna karşılık sübjektivitenin daha hafif bir formu vardır. Bu form, bireyin gündelik yaşam olaylarını yorumlama biçimi ve kendine ilişkin algısıyla ilgilidir. Kimi zaman öznel yanılgılar, aşırı öz eleştiri ya da abartılı öz değer atıfları bu hafif subjektiviteye örnek gösterilebilir.

Dolayısıyla subjektif gerçeklik de tıpkı nesnel gerçeklik gibi iki düzeyde ele alınabilir:

  1. Ağır subjektif gerçeklik: Psikopatolojik veya fizyopatolojik koşulların etkisiyle bireyin kendi türünün ortak nesnel gerçekliğinden kopması.
  2. Hafif subjektif gerçeklik: Günlük yaşamda, bireyin kendini ve çevresini algılayış biçiminde ortaya çıkan, ortak gerçekliği tamamen koparmasa da görece çarpıtan deneyimler ve gerçekliğe uygun olmayan düşünceler.

Subjektif gerçekliğin bu ikinci düzeyinin de kendi içinde iki boyutu vardır. İlk boyut, Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT) kuramında açıklanan bilişsel yapılanmayla ilişkilidir. Bireyin temel inançları, ara inançları, otomatik düşünceleri ve bilişsel filtreleri, yaşantıyı süzgeçten geçirebilir belirli bir çarpıtma veya seçicilik yaratabilir. Bu durum, kişinin dünyayı yorumlama biçimini ve kendine dair algısını doğrudan etkiler. İkinci boyut ise bireyin içinde bulunduğu kültürel ve toplumsal bağlamla ilişkilidir. Kişi, ait olduğu medeniyetin değer sistemlerini benimsemekte zorlandığında ya da toplumsal senkronizasyonla uyum sağlayamadığında, meseleleri değerlendirme düzeyinde kırılmalar ve çarpıtmalar ortaya çıkabilir. Bu çerçevede, subjektif gerçeklik yalnızca bireysel bilişsel süreçlerin ürünü değil, aynı zamanda toplumsal değerler ve kolektif normlarla kurulan ilişkinin de bir yansımasıdır. Bu yansıma, bireyin hem çevresini hem de kendisine ait nesnel gerçekliği kavramasının önüne geçer. Böylece subjektif gerçeklik, iki boyutlu bir yapı kazanır: Birinci boyutta bireyin bilişsel alt yapısı —temel inançlar, ara inançlar, otomatik düşünceler ve bilişsel filtreler— yaşantının anlamlandırılmasını subjektivite temelinde şekillendirir. İkinci boyutta ise bireyin içinde bulunduğu kültürel değerler sistemi ve toplumsal senkronizasyonla kurduğu ilişki bağının niteliği belirleyici olur. Her iki boyut da, ortaya çıkan problemler bireyin deneyimlediği gerçekliğin ortak nesnel zeminle olan bağını zayıflatabilir ve sonuçta öznel subjektif algının ve değerlendirmelerin ağır basmasına yol açabilir.

Kendini Bilme ve İnsan Bilinci

Sonuç olarak, gerçeklik üç katmanda ele alınabilir:

  • Mutlak gerçeklik, koşullardan bağımsız, yalnızca statik ve aşkın bir varlık tarafından kavranabilecek olan düzeydir.
  • Nesnel gerçeklik, bilimsel yöntemin ölçülebilir, test edilebilir, tekrarlanabilir ve gözlemciden bağımsız bilgisini ve gündelik yaşamın belirli bir muhakeme çerçevesinde özneler arası ortak deneyim alanını kapsayan düzeydir.
  • Subjektif gerçeklik ise bireyin bilişsel altyapısı ve toplumsal değerlerle kurduğu ilişki tarafından şekillenen, kimi zaman hafif bilişsel çarpıtmalarla, kimi zaman da psikopatolojik koşullarla belirginleşen düzeydir.

Bu sınıflama bize şunu göstermektedir: İnsan, mutlak gerçekliği hiçbir zaman doğrudan kavrayamaz; ancak kendi biyolojik, psikolojik ve sosyal koşulları çerçevesinde nesnel ve subjektif gerçeklik katmanlarında deneyimlediği görece gerçeklikler aracılığıyla varoluşunu sürdürür.

Bu üç katmanlı gerçeklik anlayışı, “kendini bilme” meselesine de ışık tutmaktadır. Çünkü birey, mutlak gerçekliği kavrayamasa da, öznel ve nesnel gerçeklik katmanlarında yaşadığı deneyimleri fark ederek kendine dair bir bilinç geliştirebilir.

Dolayısıyla “kendini bilmek”, mutlak hakikate erişmek değil; insanın öznel ve nesnel gerçeklik arasındaki sınırlı ama değerli farkındalığını geliştirmesidir. Bu farkındalık, bireyin hem bilişsel altyapısının (temel inançlar, otomatik düşünceler, filtreler) hem de toplumsal değerlerle kurduğu ilişkinin bilincinde olmasını gerektirir.

Nitekim Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar’ın Psikolojinin Kavramsal Yapısı eserinde ifade ettiği gibi, insan “bilincinde olduğunun bilincinde olan” bir varlıktır. Bu özellik, öznel sınırlılıklar içinde dahi kişinin kendini gözlemleme, sorgulama ve gerektiğinde dönüştürme kapasitesine işaret eder.

Yavuz, M. Ş. (2025). Bilmek ve hakikatin katmanları: Mutlak, nesnel ve subjektif gerçeklik üzerine psikolojik ve felsefi düşünceler. Kişisel web yayını.
Erişim adresi: Bilmek ve Hakikatin Katmanları: Mutlak, Nesnel ve Subjektif Gerçeklik Üzerine Psikolojik ve Felsefi Düşüncelerim – Psikolog Mehmet Şerif Yavuz https://share.google/UDxdIOFcBJ236oylz